28 Şubat 2013

Menderes'in idam edilme sebebi (!)



  Eylül'ün 17'sinde 1961'de bir başbakan asıldı. Bir gün önce, intihara kalkışarak kendisi ölmek istemişti. Dilinin altında günlerdir biriktirdiği haplarının hepsini, o gün bir anda yuttu.

Menderes'in idam edilme sebebi (!)


Doç. Dr. Süleyman İnan Pamukkale Üniversitesi 

İntiharın, inancı gereği "büyük günah" olduğunu biliyor olmalıydı ama çektiği ıstırap o denli büyüktü ki artık dayanamadı. Kendisi hakkında kararını daha baştan verdiğine inandığı mahkemeye hesap vermek yerine, Yaradan'ına hesap vermeyi tercih ettiği belliydi. Midesi temizlenip ancak bir gün sonra kendine getirildiğinde her şey onun için yeniden başlamıştı. Biraz sonrasında, üzerine kefen giydirilip elleri arkadan bağlanınca, koluna giren iki zabitin onu nereye götürdüğünü anladı. Artık metanet zamanıydı. Dahası mahkeme süresince belli edemediği için dostlarınca bile eleştirildiği o sağlam duruşu şimdi göstermeliydi.

Birazdan her şey, zaten sona erecekti: Onu alıkoyanların hakaretleri, alaycı bakışları, bağrışmaları, yuhalamaları... Ama içinde kor gibi bir acı vardı. Hiç mi sevilmemişti? Daha bir sene önce çeşitli mitinglerde halkın tezahüratı, alkışları, sevgi gösterileri yalan mıydı? Sahi o halk şimdi nerede idi? Hiç değilse, bu memleket için bir şeyler yapmıştı. Görmediler mi?.. Görmemişler miydi? Bunu, son zamanlarında muhalefetin "hücumları" karşısında radyo konuşmalarında ve mitinglerde çok söylemeye başlamıştı. Eski yazıyla birkaç satır yazdı ve bıraktı. Şöyle başlıyordu veda mektubu: "Kimseye dargın değilim". Hayret, bunca kedere rağmen bu nasıl engin gönüllülüktü? Mektubun orta yerinde de o çıplak gerçeği "idam edilmek için ortada hiçbir sebep yok" diyerek kendince haykırıyordu. Ama bu, onun mahcup karakterinin izin verdiği ölçüde sessiz bir çığlıktı. "Yine de merhametim sizinledir" diye bitiyordu mektup. Sonra... Boynuna yağlı ilmek geçirildi. Bu esnada geriye doğru taranmış saçları hafif dağıldı. Gözlerini kapadı. Dudaklarında, dualar mırıldandı. Ve...
İşte o fotoğraf hiç unutulmadı, unutulmayacaktı da... Siyasetin "ateşten gömlek" olduğunun somut göstergesi olarak sonraları hep anıldı. Onun takipçisi olduğunu söyleyen liderlere, siyasetin onları bunaltıp bazen ölümle yüzleştirdiği an, o sözü söyletti durdu: "Bizim iki gömleğimiz vardır; biri bayramlık, diğeri idamlık." Menderes'in idamından beri, siyasetin, gerekirse "kellenin" gidebileceği bir hizmet alanı olarak düşünülmesi bundandır.
Sonradan dağıtılan fotoğraf karelerinde, Menderes'in göğsüne iliştirilen yaftadaki "anayasayı ihlal ettiği" yazısı okunabiliyordu. Diğer suçlamalar ise adını kötülemek içindi; bu bakımdan yüzeysel sayılırdı. Onu deviren cunta yönetimine göre Menderes, "sorumsuz demagoji" suçlusuydu. İdam edilenlerden Fatin Rüştü Zorlu "küstahlıktan" ve "kibirden"; Hasan Polatkan ise "vurdumduymazlıktan" suçluydu. Evet, asıl suçları bunlardı aslında. Ama o yaman soru yine değişmiyor; peki Menderes gerçekten neden asıldı? Niye? Bu soruya, mesela onun tek parti diktasına doğru gittiği, meşruluktan yoksun tahkikat komisyonlarını kurdurduğu gibi açıklamalarla cevap vermeye çalışanların unuttukları bir şey var: Bu sayılanlar, evet, siyasi hata ve vebal olabilirdi ama son kertede bir canın kastini açıklamıyor, açıklayamaz.
Menderes'in idam edilme sebebini işte yazıyorum. O, çok seviliyordu, çok tutuluyordu. Evet, tam da bundan asıldı Menderes. Peki, o nasıl oldu da sevgi halelerini üzerinde topladı ve bu sevgi, idamına sebep oldu? Menderes'in sıcak tebessümü ile muhatabını çeken samimi hâli Allah vergisiydi. Politikadaki yeteneği ise 1931'de girdiği parlamentoda çalışma gayretiyle her geçen zaman büyüdü. Menderes, ilk kez 1946'daki bütçe konuşmasıyla parlamıştı. Kısa sürede partisinin "kışkırtıcı hatibi" olmuştu. Dili sivriydi; sevenlerini saran, hasımlarını yıldıran bir dil. Bayar onu "uysal" olacağı için değil, esasta halk tutuyor diye başbakanı yapmıştı.
1950'den sonra o, bir fenomene dönüştü. Her gün büyüdü, gücüne güç kattı. Sevgi çemberi genişledi. O kadar ki, muhalifleri onun ancak bir darbeyle -seçimle değil- yıkılacağını düşündü. 27 Mayıs'ta hükümeti ile birlikte devrilince cunta onu Yassıada'da "yargılamaya" başladı. Yargılamanın daha başında "bebek" davasıyla gözden düşürülmek, küçültülmek istendi. Silahların gölgesindeki bu ortamda Menderes'in sevenleri radyo başındaydı; ellerinden başka bir şey de gelemezdi. Nihayet karar idam çıktığında, bu kararı onayacak komite Menderes'in popülaritesinden çekindi. İdamın gerçekleşmesi, sadece cuntanın başbakanı bile astıklarını göstermek isteyen bir güç gösterisi değildi; Menderes'in halk tarafından tutulması ve bir gün tekrar iktidara gelip kendilerinden hesap sormasından korkmalarıydı. Menderes, sezdiği bu durumu son mektubunda yazar: "Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek, Adnan Menderes'in ölümü sizi ebediyete kadar takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir." Gerçekten bugün Menderes'in izlerini görmek mümkündür. Günümüzde onun adını alan havalimanı, üniversite, caddeler yok mu? Merkez sağın idol olarak kabul ettiği başlıca figürlerden biri değil midir?
Hulasa Menderes'i, kendine "Yüce Adalet Divanı" diyen mahkemenin pozitif hukuku asmadı. Ya da takdir, asmama yönünde olabilirdi. Onu, zamanın olağanüstü ortamının körüklediği rövanşist duygu astı. Onu, kontrol edilemeyen öfke kusması idam etti. Akademisyenliğimin nesnelliğine yönelik gelebilecek eleştiriler pahasına bunu söylemem gerekir. Ben, bu idamı, söylediğim sebep dışında hiçbir zaman anlayamadım. Bu yazıda da, kendimi, zaten hâlâ anlayamadığım (ve anlayabileceğimi zannetmediğim) asılma nedenlerini(!) izah etmeye mi zorlamalıydım? Yo, hiç değilse, bugün değil; bugün değil!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder